Carl Hilty:

Eğitim sadece okumak değildir.Okudukları üzerinde düşünebilmek yeteneğidir.

B. Franklin:

Bir ülkede okumaya karşı istek artmadıkça, gaflet ve bundan doğacak felaket azalmaz.

Goethe:

Kendi kendimize egemen olmayı öğreten yönetim, en iyi yönetimdir.
 

Bilim Boş-İnanlı mıdır? - Bertrand Russell

30 Haziran 2013 Pazar



Modern yaşam iki yönden bilim temeline oturmaktadır. Hepimiz ekmek parası, rahatımızı sağlayan araçlar ve eğlence gereksinimlerimizi karşılamada bir bakıma bilimsel buluş ve keşiflere bağımlıyızdır. Öte yandan son üç yüzyıl içinde bilimsel görüşle ilintili olan bazı zihinsel alışkanlıklar bir avuç üstün yetenekli kişiden giderek toplumun büyük bir bölümüne yayılmıştır.

Yeterince uzun süreler gözönüne alındığında, bilimin bu iki özelliğinin birbiriyle bağıntılı olduğu görülür; ancak her ikisi de, ötekisi olmadan yüzyıllarca var olabilirler. Bilimsel düşünce tarzı onsekizinci yüzyıl sonlarına kadar günlük yaşamı pek etkilemedi; çünkü sınai teknolojide devrim yapan büyük buluşlara henüz yol açmamıştı. Öte yandan, bilimin getirdiği yaşam tarzı, bilimin sadece pratikteki bazı uygulamalarını öğrenmiş toplumlarca da benimsenebilir. Böyle toplumlar başka yerlerde keşfedilmiş makineleri yapabilir, kullanabilir ve hatta onlarda bazı ufak tefek gelişmeler gerçekleştirebilir. Ortak insanlık zekası bir gün yozlaşsa bile, bilimin sağladığı teknik ve günlük yaşam, büyük olasılıkla, nesiller boyu var olmayı sürdürebilir. Ancak bu durum sonsuza dek süremez; çünkü eğer bir felaket sonucu ciddi şekilde zedelenirse bir daha yerine gelmesi olanaksızdır.

Demek oluyor ki, olumlu ya da olumsuz, bilimsel görüş insanlık için önemli bir konudur. Sanat alanında olduğu gibi bilimsel görüşün kendisi de iki yönlüdür. Yaratanlar ile değerlendirenler aynı kişiler değildir ve birbirinden farklı zihinsel alışkanlıklar gereksinirler. Her yaratıcı gibi bilimsel yaratıcı da entellektüel bir yolla ifade edilen güçlü duygulardan esinlenir; bu ifade açıklanmamış bir inancı da içerir; eğer bu inanç olmasa bilimci belki de pek bir şey başaramaz.

Değerlendiricinin böyle bir inanca gereksinimi yoktur; o her şeyi yerli yerinde görür; kendince gerekli noktaları değerlendirir; belki de yaratıcıyı kendisine kıyasla kaba ve ilkel bir kişi olarak düşünür. Uygarlık daha yaygın ve daha olağan bir aşamaya geldiğinde değerlendirenin düşünce tarzında, yaratıcı olabilecek kişilere karşı bir hükmetme eğilimi başgösterir. Sonuçta söz konusu uygarlık Bizanslaşır ve geriye dönük bir hal alır. Bilimde bu tür bir gelişim başlamakta gibi görünüyor. Öncülere güç veren inanç, özünden çürümeye başlamıştır.

Rusya, Japonya ve Yeni Çin gibi Uzakdoğu ülkeleri bilimi hala onyedinci yüzyıldaki çoşku ile karşılamaktadır. Batılı uluslar halklarının çoğunluğu da böyledir. Ancak başrahipler, kendilerinin resmen adandıkları bu ibadetten artık usanmaya başlamışlardır. Vaktiyle dinibütün genç Luther, hastalıktan kurtulmak için Kapitol'de Jüpiter'e kendi adına öküz kurban edilmesine ses çıkarmayan serbest-düşünceli Papa'ya saygılarını sunmuştu. Bunun gibi, günümüzde de kültür odaklarından uzakta olanlar bilime, onun kahinlerinin artık duymadıkları saygıyı beslemektedir. Bolşeviklerin "bilimsel" maddeciliği de, vaktiyle ilk dönem Alman Protestanlarında olduğu gibi, bu sofuluğu dost düşman herkesin yenilik sayacağı bir şekil içinde
devam ettirmeye yönelik bir çabadır.

Ancak onların Newton'un öğretilerine hararetle ve harfi harfine bağlı olmaları, Batı'nın "burjuva" bilimcileri arasında kuşkuculuğun yayılmasını hızlandırmaktan başka sonuç vermemiştir. Tennessee gibi, devletin bilim-öncesi bir aşamada kalmış olduğu yerler dışında, bilim devlet tarafından tanınan ve teşvik edilen bir faaliyet olarak siyasal açıdan tutucu bir nitelik almıştır. Günümüz bilimadamlarının çoğunluğunun temel imanı statükoyu korumanın önemine dayanmaktadır. Bunun sonucunda bilim için hakettiğinden fazlasını ileri sürmemek ve diğer tutucu güçlerin, örneğin dinin, istemlerini yerine getirmek konularına aşırı yatkındırlar.

Ancak bu bilimciler büyük bir zorlukla karşı karşıyadırlar. Bilimcilerin çoğunluğunun tutucu olmasına karşın bilim hala dünyadaki en hızlı değişim aracıdır. Asya'daki, Afrika'daki ve Avrupa'nın sanayi toplumlarındaki değişimin yol açtığı heyecan, tutucu görüşlü kişilerde çoğu kez hoşnutsuzluk yaratmaktadır. Bundan da bilimin değeri konusunda, Büyük Rahiplerin kuşkuculuğuna da katkıda bulunan tereddütler ortaya çıkmaktadır. Bu kadarla kalsa önemli olmayabilirdi. Ancak durum gerçek-entellektüel sıkıntılarla daha da ağırlaşmıştır. Bu zorlukların, eger aşılmazlarsa, bilimsel keşif çağını sona erdirmeleri olasılığı vardır. Bu hemen bir anda oluverecek demek istemiyorum. Rusya ve Asya, Batı'nın yitirmekte olduğu bilimsel imanı bir yüzyıl daha sürdürebilirler. Ancak eninde sonunda, bu inanca karşı öne sürülen savın reddedilemeyeceği ortaya çıkarsa bu, herhangi bir nedenle bir an için, usanç duyan insanları ikna edecek, bu kimseler bir kere inandıktan sonra da eski mutlu güvencelerine bir daha kavuşamayacaklardır. Bilimsel imana karşı ileri sürülen bu sav, bu nedenle, büyük bir titizlikle incelenmelidir.


Kuşkuculuğun Önemi Üzerine - Bertrand Russell






Okuyucularıma, üzerinde hoşgörü ile düşünmeleri için, belki de son derece paradoksal ve yıkıcı görünebilecek bir doktrin sunmak istiyorum. Söz konusu doktrin şudur: Doğru olduğuna dair herhangi bir kanıt bulunmayan bir önermeye inanmak sakıncalıdır. Böyle bir görüşün genel kabul görmesi durumunda bütün sosyal yaşamımızın ve politik sistemimizin tümüyle değişeceğini kabul etmeliyim; şu anda ikisinin de kusursuz olmasının bunu güçleştireceğini de kabul ediyorum. Ayrıca (ve daha önemli olarak) bu görüşün, bu dünyada ve sonrasında başarılı olmayı haketmek için hiçbir şey yapmamış insanların akıldışı umutlarından çıkar sağlayan kişilerin (gaipten haber verenler, çifte bahisçiler ve din adamları gibi) gelirlerinin azalmasına yol açacağının da farkındayım.

Bu önemli düşüncelere karşın, ileri sürdüğüm paradoksun savunulabileceği kanısındayım ve şimdi bunu yapmaya çalışacağım. İlkönce, aşırılığa kaçtığım düşüncesine karşı kendimi savunmak isterim. Ben İngilizlerin ılımlılık ve uzlaşmaya olan tutkularını paylaşan bir İngiliz Whig'iyim (Whig: 17. ve 18. yüzyıllarda hükümdara kargı Parlamento'nun üstünlüğünü savunan (ve sonradan yerini Liberal Partiye bırakan) siyasal parti üyesi. (Ç.N.)). Pyhrrhonizm (kuşkuculuğun/ skeptisizmin eski adı)'in kurucusu olan Pyhrro hakkında bir öykü anlatılır. Pyhrro, bir eylemin diğerinden daha akıllıca olduğundan emin olmamız için asla yeterince bilgiye sahip olmadığımızı ileri sürmüştü.

Öyküye göre gençliğinde bir akşam yürüyüşü sırasında, felsefe hocasını (ilkelerini ondan almıştı) kafası bir çukura sıkışmış ve kendini kurtaramıyacak bir durumda görür. Bir süre onu seyrettikten sonra, yaşlı adamı dışarı çekmenin bir yararı olacağını düşünmek için yeterli neden olmadığına karar verip yoluna devam eder. Onun kadar kuşkucu olmayan çevredeki insanlar hocayı kurtarırlar ve Pyhrro'yu acımasızlıkla suçlarlar.

Ancak hocası, kendi öğretisine sadık kalarak, onu tutarlılığından dolayı kutlar. Ben bu ölçüde abartılı bir kuşkuculuk önermiyorum. Teoride olmasada pratikte, sağduyudan kaynaklanan gündelik inançları kabul edebilirim. Bilim alanında tam kabul görmüş bir sonucu, kesin doğru olarak değil ama rasyonel bir eylem için yeterince olası bir temel olarak kabule hazırım.

Falan tarihte bir ay tutulması olacağı söylenirse bunu, gerçekleşip gerçekleşmediğini görmek için gökyüzüne bakmaya değer bulurum. Pyhrro ise farklı düşünürdü. Bu nedenle, bir orta yol benimsediğimizi söylememin yerinde olacağını sanıyorum. Ay ve Güneş tutulması örneğinde olduğu gibi, araştırmacıların üzerinde anlaştığı konular vardır. Uzmanların tam anlaşamadığı konular da vardır. Bütün uzmanlar hemfikir olduklarında bile yanılabilirler.


Toplumların Açmazları -2-


Toplumların yaşamlarında zaman zaman görülen çok hızlı dönüşümler hatta patlamalar biçiminde görülen dönüşümler gerçekte uzun süreçler boyunca alttan alta sessizce oluşmuştur. Ayrıştırıcı ve aynı zamanda bileştirici bir gözle bakamadığımız zaman bu gibi durumları birer devrim gibi hatta birer mucize gibi algılarız. İnsanların kısa ömürlerinde güzel günler adına evrimden çok devrimi kendilerine yakın bulmaları anlamlıdır: her şeyin çok uzun beklemeler söz konusu olmadan değişmesi hepimizin dileğimizdir. Bunun en basit anlamı şudur: ölmeden biz de güzel günler görelim. Oysa bireylerin yaşamında olduğu gibi toplumların yaşamında da köklü dönüşümleri duyurmayan dural ya da durağan dönemler iniş ve çıkış dönemlerinden daha az değildir. Çünkü toplumlar da bireyler gibidirler: birbirini izleyen yeni durumların sarsıntılarını çok uzun süre yaşayamazlar. Bir etkinliği bir dinginlik izler. Öyle zamanlar olur ki bireyler de toplumlar da uzun süren baş döndürücü bir akışın getireceği iyiliklere durallığın verimsizliğini yeğ tutabilirler. 

Gerçekte dönüşüm kaçınılmaz koşuldur: en tembel bilinç bile değişkendir. Zamanın akıp geçmesi demek bilincin kendini dağıtıp yeniden kurması demektir. Bilinç sürekli olarak kendini dağıtır ve yeniden kurar. Öğrenme süreçleri de bu dağılma ve yeniden kurulma olgusuyla gerçekleşir. Önemli olan görebilmektir hatta öngörebilmektir. Görmek yetmez, eğitim koşullarında sağlanmış görme yeteneğinin belirleyiciliğinde öngörebilmek gerekir. Bilinç açısından yetersiz kişiler gibi bilinç açısından yetersiz toplumlar da görmekte ve dolayısıyla öngörmekte yetersiz kalırlar. Bu yetersizlik onları kendilerine değil de kendi esenliklerini sağlamak adına başkalarına inanmak durumunda bırakır. Bu işin en basit mantığı şudur: biz yapamıyorsak bilen birinin bunu yapması gerekir. Gelişmemiş insan kendi yazgısını başkasına devretmeye hazırdır. 

Toplumların Açmazları -1-


Toplumların açmazlarından yalnız o toplumları yönetenler sorumludur görüşü pek yaygındır. Bu görüşte olanların tümü gündelik yaşamın çarklarında dönüp duran ve kendilerini yönetilmeye bırakmış kimselerdir. Bu anlamda kuramlar bile geliştirildiği olur, tarihten örnekler verilir: falanca kral şöyle yapmasaydı her şey çok değişik olacaktı diye düşünülür. Kralı bir güç olarak var sayarken uyrukları yani koca toplumu yok sayarlar. Bu yönde görüşler üretene nereden biliyorsun dediğinizde yüzünüze bir garip bakacaktır: bunu bilmeyecek ne var? Oysa toplumların açmazlarından yönetenlerden önce yaptıklarıyla ve yapmadıklarıyla yönetilenler sorumludur: her toplum kendinin suçlusudur. Burada falancanın filancadan, kralın kaçakçıdan ya da bıçakçıdan daha az ya da daha çok sorumlu olduğunu düşünemeyiz. Bir toplumun bireyleri, tek tek bilinç düzeyleri ne olursa olsun, birlikte ortak bir bilinç oluştururlar. Toplumun her kesiminde etkin olan ortak bilinç daha çok ortalama bilinçlerin ürünüdür. Ortak bilinç ya da toplumsal bilinç tek tek bilinçlerin toplamı değildir, bu bilinçlerin önde gelenlerinin toplamı hiç değildir. Ortak bilinç bir toplumun düşünce düzeyini ortaya koyar, özellikle onun bugünle ilgili algısıyla, dünle ilgili görüşleriyle ve yarınla ilgili öngörüleriyle ilgilidir. 

"Ortak bilinç" yerine "toplumsal bilinç" deyimini kullanmak daha doğru olacaktır: ortak bilinç evrensel bilinci anımsatan bir genişlikte düşünülebilir çünkü. "Evrensel bilinç" anlamında ortak bilinçten sözetmek olasıdır. Ortak bilinç de toplumsal bilinç de evrensel bilinç de gerçekte bir tasarımdır. Somut olarak varolan, elle tutulur gözle görülür olan yalnızca bireysel bilinçtir. Bunu tekil ve çoğul ilişkisine benzetebiliriz ya da hatta onunla açıklayabiliriz. Antisthenes gibi düşünürsek: "Pamuk" vardır ama "Kedi" yoktur, "Kedi" bir fikirdir. Bununla birlikte "Kedi" vardır, hatta "Pamuk"dan daha zengin içerikli olarak, daha kalıcı olarak vardır, bilincin bir üretimi olarak vardır. "Pamuk" bir gün ölecek, "Kedi" varlığını, görünmeyen varlığını sürdürecektir. Toplumsal bilinç bizim gözlerimizle gördüğümüz bir şey değildir ama vardır. Nesnelerin gerçekliği olduğu gibi kavramların da gerçekliği vardır. Bu gerçeklik verilmiş bir gerçeklik değil etkin anlık çerçevesinde edinilmiş bir gerçekliktir.


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...